Gül Bahçesi
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


(¯`•._.•♥♥ROSE GARDEN♥♥•._.•´¯)
 
AnasayfaPortalliLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Tarihi Gizemler

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Beyaz Melek
Administrator
Beyaz Melek


Mesaj Sayısı : 3485
Yaş : 57
Kayıt tarihi : 23/11/07

Tarihi Gizemler Empty
MesajKonu: Tarihi Gizemler   Tarihi Gizemler Icon_minitimePaz Ağus. 11, 2013 2:34 pm

Bataklık Cesetleri
29/02/2012 14:29 Zaman: İÖ, 1. yüzyıl-İS 4. yüzyıl

Mekân: Kuzey Avrupa

1640 baharında Schalkholzer Bataklığı'ndan bir insan cesedi çıkarıldı. Adam herhalde öldürülmüş ve oraya gömülmüştü. BAUERNCHRONIK DES HARTICH SIERK AUS WROHM, 1615-64.

Kuzey Avrupa'nın şaşırtıcı derecede iyi korunmuş bataklık cesetleri hem popüler hayalgücünü hem de bilimsel varsayımları uzun bir süre etkilemiştir. Bu ıssız ve tehlikeli bataklıklarda bu insanların ne işleri vardı? Nasıl bu kadar iyi korunabilmişlerdi? Ve cesetlerin çoğunun şiddete maruz kaldıkları gözönüne alınırsa neden burada ölmüş ya da öldürülmüşlerdi? Bunlar tanrılara ya da bu sulak yerlerin ruhlarına mı kurban edilmişlerdi? Yoksa kaza ya da cinayet çok daha inandırıcı bir açıklama olabilir miydi?

Bataklık cesetlerinin ilk esrarı olan bu kadar iyi korunmuş olmaları kolaylıkla açıklanabilir. Burada en önemli şey, bataklıklardaki bataklık yosununun turba oluşturmasıdır. Bu da bakterilerin üreyememesi ve böylece de organik maddelerin (aynı zamanda bataklık cesetlerinin) bataklık yosunu içinde bakteri saldırısına uğramaması demektir.

Yosunda doğal bir deri tabaklama kimyasalı vardır ve bu da bataklık cesetlerinin derilerini korurken, rengini de "Maillard reaksiyonu" adı verilen bir süreçle koyu kahverengiye dönüştürür. Bataklık yosunu ölünce turbaya dönüşür ve bataklık cesedi, biriken tabakaların altında kalır. Son yüzyıllarda yakıt olarak turba kullanılması ve son zamanlarda bahçelerde turbanın hâlâ kullanılır olması nedeniyle, bataklık cesetleri bu turba kullanımı sırasında tekrar günışığına çıkmıştır.

(Sol Üstte) Windeby Kızı'nın başının bir yanı tıraş edilmiş ve gözlerinin de bağlı olması, ölümün bir kaza olmadığını göstermektedir. (Solda) Bazı bataklık cesetleri ölümden önce soyulmuşlardı. Huldremose Kadını'nın üzerinde ise koyun postu bir pelerin, ekose bir etek, başında bir örtü vardı. (Sağda) Danimarka'da I950'de bulunmuş olan Tollund Adamı'nın boynunda, asılması için kullanılmış olan ip hâlâ duruyordu.

KEŞİF VE TARİHLEME

Eski çağların bataklık cesetlerinin en eski keşif kayıtları 17. yüzyıldadır ve 18. ile 19. yüzyıllar boyunca bulunan ceset sayısı da artmıştır. Bu cesetlerden bir kısmı bir iz bırakmadan kaybolmuşlar, bir kısmı yeniden kutsanmış topraklara gömülmüşler ama turba bataklığının koruyucu ortamı olmadan hemen çürümüşlerdir. En az bir bataklık cesedi, "mumya tozu" kaynağı olduğu gerekçesiyle pahalı bir ilaç olarak satılmıştır.

Ciddi bilimsel araştırmalar ancak 1870'lerden sonra başlamışsa da, en ünlü bataklık cesetleri keşifleri ancak 20. yüzyılda gerçekleşmiştir. Aynı zamanda teknolojideki ilerlemeler de Danimarka'daki Tollund (1950) ve Britanya'daki Lindow Moss (1984) cesetlerinde ayrıntılı analizler yapılmasını mümkün kılmıştır.

Bataklık cesetlerinin mükemmel bir biçimde korunmuş olmaları gerçek eskiliklerini maskelediği için, bunların gerçekten ne kadar eski olduklarım anlamak için büyük çabalar harcanmıştır. Danimarka'da 1950'de Tollund Adamı'nı bulan turba kesiciler, yakınlarda öldürülmüş bir cinayet kurbanı bulduklarım sanarak polise başvurmuşlardı.

1983'te Cheshire'da Lindow Moss'da saçları, gözleri ve beyninin bir parçası olan bir kafatası bulununca polis bunun bilinen bir cinayet kurbanına ait olduğunu sanmış ve zanlı kişi de, delilleri görünce cinayeti işlediğini itiraf etmişti. Ancak radyokarbon testleriyle Tollund Adamı ile Lindow Kadını'nın ikisinin de yaklaşık 2000 yaşında oldukları saptanmıştır.

En yaşlı bataklık cesedinin -Danimarka'nın Fyn adasından Koeljberg Kadını- 10.000 yıl öncesine ait olduğu tespit edilmiştir. Mezolitik Dönem'e ait olan bu cesette, daha sonraki Neolitik örneklerde olduğu gibi, yumuşak doku korunamamıştır. Bataklık cesetleri tam olarak Demir Çağı'nda başlamakta ve Britanya ile irlanda, Hollanda, Danimarka ve Almanya'da çıkmaktadır.

Küçük bir kısmı Ortaçağ ya da Ortaçağ sonrası döneme aitse de, büyük bir çoğunluğu İÖ 1. yüzyıl ile İS 4. yüzyıl arasındaki dönemden kalmadır. Bu sıklık bunların kaza sonucu ölmediklerini, o belirli dönemde Kuzey Avrupa'nın pek çok bölgesine özgü kurban ya da idam uygulamaları olduğunu göstermektedir.

Kuzey Avrupa'nın bataklıklara ve sulak yerlere ritüel gömme âdeti, yalnızca bulunan insan kanıtlarıyla değil, İÖ 1650 tarihinden kalma Trundholm güneş arabası gibi gelişmiş madeni eşya ile de belgelenmiştir.

CİNAYET Mİ, KURBAN MI?

Bu insanların zamansız ve şiddet kullanılarak öldürüldükleri bellidir. 1984'te Lindow Kadını'nın yakınlarında bulunan Lindow Adamı'nın başına iki darbe vurulmuş, boğazı kesilmiş ve boynu bir garotla kırılmıştı. Diğer Danimarka bataklık cesetleriyle Graubelle Adamı'nın da boğazı kesilmişti ama alnındaki yara ve kırık bacağı da bir kaza olamazdı.

Tollund Adamı asılarak öldürülmüştü. Borremose Kadını'nın kafa derisi yüzülmüş olabilir. Yde Kızı bıçaklanmış ve boğulmuştu. Bu insanların çok farklı yöntemlerle öldürülmüş olmaları gerçekten ilginçtir. Bunların cinayet kurbanları olmayıp planlı olarak idam ya da kurban edilmiş olduklarını gösteren başka özellikler de vardır. Cesetlerin büyük bir kısmı çıplak gömülmüştü; giysilerin bulunduğu durumda bunlar sanki kişi idamdan önce soyulmuş gibi başka yerlerde bulunmuştu. Windeby ve Yde genç kızlarının başlarının bir yanı tıraş edilmişti.

Arkeologlar bu cesetlerin açıklamasını 2. yüzyıl başlarında yaşamış Romalı yazarlardan Tacitus'ta aramışlardır. Tacitus, Cermen halkları üzerindeki araştırması Germania'dâ Kuzey Avrupa yerli toplumlarında bazı suçlar için verilen cezalar konusunda şunları yazmaktadır: "Hainler ve asker kaçakları ağaçlara asılırlar. Korkaklar, görevden kaçanlar ve doğa-dışı suçlar işleyenler sazdan bir sepet altında bataklığa gömülürler." Burada sözü edilen "doğadışı" hem eşcinsellik hem de rastgele cinsel ilişki olabilir.

Zina suçu işleyen kadınlar ayrı olarak ele alınmıştır: "Suçlu kadın kocası tarafından cezalandırılır. Koca kadının saçlarını tıraş eder, onu çırılçıplak soyar ve akrabaların önünde evinden çıkarıp köyün içinden geçirerek kırbaçlar." Bulunan cesetlerin çıplaklığı bu anlamda rezil etme işareti olabilir. Erken Ortaçağ döneminden bir Burgonya yasasına göre kocasını reddeden bir kadın bataklığa atılır.

Bataklık cesetlerinin suçlular mı yoksa kurbanlar mı oldukları henüz kesin değildir. Kuzey Avrupa'da adakların göllere ve bataklıklara atılma geleneği vardır ve bunların arasında, Trundhum güneş arabası gibi görkemli madeni eşyalar da bulunmaktadır. Bataklık cesetleri de bu geleneğin bir parçası olarak görülebilir. Ama aynı zamanda bataklığa gömülmenin İS ilk yüzyıllarda Cermen toplumları tarafından bir ceza türü olarak kullanıldığını gösteren kanıtları da gözardı edemeyiz.

Bataklık cesetlerinde yapılan mide analizleri, kurbanın son yemeğini tespit etmemize yarayan ipuçları da vermiştir: Tollund ve Grauballe Adamı son yemek olarak yavan bir yulaf çorbası içmişlerdir. Ancak Grauballe Adamı'nın parmak uçları elleriyle çalışmadığını gösterdiği için kendisi yüksek düzeyde biri olmalıydı.

Yediği yulaf zehirli olduğundan komadayken ölmüş olabilir. Son analizde Kuzey Avrupa'nın bataklık cesetleri için bir tek açıklama olmayabilir. Ancak bunlardan pek azının sisli havada uğradıkları talihsiz ve basit bir kaza sonucu bataklıkta öldüğü açıktır.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://rose-garden.niceboard.net
Beyaz Melek
Administrator
Beyaz Melek


Mesaj Sayısı : 3485
Yaş : 57
Kayıt tarihi : 23/11/07

Tarihi Gizemler Empty
MesajKonu: Geri: Tarihi Gizemler   Tarihi Gizemler Icon_minitimePaz Ağus. 11, 2013 2:39 pm

Beytlehem Yıldızı
29/02/2012 14:29 Zaman: İÖ 8-4

Mekân: İsrail

İsa, Kral Hirodes'in günlerinde Yahudiye Beytlehem'inde doğduğu zaman, işte, Şark'tan Yeruşalim'e müneccimler gelip dediler: "Yahudiler'in kralı doğan zat nerededir, çünkü onun yıldızını Şark'ta gördük ve ona secde kılmaya geldik. Ve işte Şark'ta gördükleri yıldız, önlerince gidiyordu, ta çocuğun bulunduğu yere kadar gelerek üzerinde durdu. Onlar da yıldızı gördükleri zaman taşkın sevinçle sevindiler. MATTA 2: 1-2,9-10

Eski çağların gizleri içinde Hıristiyan inancına göre İsa'nın Nasıra'da Mesih olarak doğduğunu bildiren Beytlehem Yıldızı kadar tartışmalını çok azdır. Matta İncili'nde yıldızın tarifi pek kısadır. "Doğu"daki bir yıldızın müneccimlere Yahudiye'deki Mesih'i bulmaları için yol gösterdiği söylenir. Onları Mesih'in kehanetlerdeki doğum yeri olan Beytlehem'e Yahuda kralı Hirodes gönderdiği için müneccimlerin yıldızı Beytlehem Yıldızı olarak bilinmiştir.

Bazı araştırmacılar "yıldız" falan olmadığına ve hikâyenin İsa'nın ilahi doğumunun mesajını iletmek amacını taşıyan bir efsane olduğuna inanırlar. Ancak hikâyenin tarihi bir temeli olduğuna inananların sayısı da fazladır. O yıldızı bulma araştırmaları ortaya pek çok kuramın çıkmasına neden olmuştur.

İsa'nın doğum tarihi bilinmediği için Müneccimleri Yahudiye'ye çekenin ne olduğunu saptamak güçtür. Kitabı Mukaddes araştırmacıları, 25 Aralık'ın İsa'nın doğduğu gün olmayıp, Hıristiyanların 354 yılı civarında benimsedikleri Romalılar'ın Fethedilemez Güneş Bayramı günü olduğuna inanırlar.

Dahası, Dionysius Exiguus (yaklaşık 533 yılı), takvim yıllarını numaraladığında İsa'nın doğum yılını yanlış hesaplamıştır. Araştırmacıların çoğu Hirodes'in İÖ 4 yılında öldüğü ve İsa'nın da "Hirodes zamanında" doğduğu için İsa'nın doğumunu İÖ 8 ila 4 yılları arasında bir zaman çerçevesine oturturlar.

Bu zaman çerçevesi içinde esrarengiz yıldızı arayan araştırmacılar pek çok göksel nesne önermişlerdir. Eski çağlarda "uzun saçlı yıldızlar" denilen kuyruklu yıldızlar, yıldızın "önden gittiği" ve bebek İsa'nın "üzerinde durduğu" söylendiği için mümkün olabilecek nesnelerdir.

Bir kuyruklu yıldız yıldızlar arasında yavaş hareket ettiği için bu durum yıldızın hareketini açıklayabilir. Ancak bir kuyruklu yıldızın görünmesi, bir kralın doğumunun değil, ölümünün işareti sayılırdı. Ayrıca Matta'da Hirodes ile Kudüs halkının yıldızı görmedikleri söylenir ki, bu da yıldızın fazla görünmediğini gösterir.

"Yeni bir yıldız" herkes tarafından görüleceği için aynı şey bir nova için de geçerlidir. İÖ 5. yüzyılda Çin'de bir nova kaydı vardır ama Batılı astrolojik kayıtlarda bir kralın doğumunu bildiren yeni bir yıldız göründüğü belirtilmemiştir.

Müneccimlerin bebek İsa'ya armağanlar vermesi. Bu Roma katakomb tabletinde "Severa tanrı ile git" yazmaktadır.

Beytlehem Yıldızı Doğulu üç bilge adama ya da müneccime yol gösteriyor: İtalya'da Ravenna'da S. Apollinare Nuovo kilisesinde 6. yüzyıldan kalma mozaik.

Şu andaki kuramların çoğu gezegenlerin hareketlerine ilişkindir, ancak İsa'nın doğduğu zaman gezegenler sayısız kere dünyanın yakınından geçmişlerdi. Gezegenlerin gözle görünür gruplaşması ille de bir kralın doğduğunun alametleri değildi.

Roma imparatorları gibi kişilerin doğumlarındaki astrolojik durumlar, çağdaş standartlara göre pek etkileyici sayılmazdı. Yıldızın belirsiz bir astrolojik kavram olması Hirodes ile Kudüs halkının ona dikkat etmemiş olmasıyla da vurgulanmaktadır. Yahudiler müneccim astrolojisini uygulamazlardı.

(Solda) Eski çağlarda kuyruklu yıldızlar bir kralın doğumunun değil, ölümünün habercisiydiler. İmparator Augustus Sezar, İÖ 44 yılında görülen meşum kuyruklu yıldızın öldürülmüş Jul Sezar'ın ruhu olduğunu iddia etmişti. Roma dinarı üzerinde kuyruklu yıldız ile Jul Sezar. (Sağda) 6. yıldan kalma bir Roma sikkesinde Koç (Aries), başını çevirmiş bir yıldıza bakıyor. Üzerinde "Antakya Metropolis halkı" yazılı.

BİR ROMA SİKKESİNDEKİ İPUCU

Yıldızın astrolojik anlamı konusundaki yeni bir görüş de İsa'nın doğum yıllarında Antakya'da çıkarılan bir Roma sikkesinden kaynaklanmıştır. Tunç sikkede astrolojik burç olan Koç (Aries), bir yıldızın altında görülmektedir. Claudius Ptolemaios'un Tetrabiblos'u, "astrolojinin kutsal kitabı", bize Aries'in Yahudiye, Samariya, İdumea, Coele Suriyesi ve Filistin'de insani faaliyetleri kontrol ettiğini anlatır. Bu sayılan yerlerin hepsi Kral Hirodes'in ülkesindedir.

Sikke, Yahudiye'nin, başkenti Antakya olan Roma Suriyesi'ne 6. yılda katılmasının anısına çıkarılmış olabilir. Koç'un üzerindeki yıldız Yahudiye'nin Roma Antakya'sı hâkimiyeti altındaki yeni kaderini simgeler. Ancak sikkenin önemi astrologların Yahudiye'de bir kral doğumu için Koç burcunu gözlemlediklerini göstermektedir.

Floransalı ressam Giotto di Bondone "Müneccimlerin Tapınması"nı (Capulla degli Scrovegni, Padua) yaparken eski çağlardaki kuyruklu yıldızın mesajının farkında değildi. Bu fresk üzerinde çalışırken 1304'ün parlak kuyruklu yıldızından esinlenmiş olmalı.

Beytlehem'de Milad Kilisesi, İsa'nın doğum yeri olarak kabul edilir.

Astrolojik kaynaklar bize astrologların yalnızca Yahudiler'in yeni kralını gözlemekle kalmayıp hangi yıldızın kralın doğumunu ilan ettiğini de açıklamaktadırlar. Bu yıldız "Zeus yıldızı", yani Jüpiter gezegeniydi. Jüpiter'in krallık vermesi için en uygun zaman gezegenin sabah yıldızı olarak doğma zamanıydı ki, "doğu"da, astrolojik bakımdan bu anlama geliyordu. Ayın Jüpiter'e yakın geçmesi gibi başka krallık belirtileri de varsa da, bunların hiçbiri "doğu"da olmak kadar önemli değildi.

İsa'nın muhtemel doğum zaman çerçevesini incelemek, ortaya olağanüstü bir gün çıkarmaktadır. Jüpiter İÖ 6. yılın 17 Nisan'ında Koç burcunun doğusundan çıkmıştır. Ay da Koç burcundaydı ve Jüpiter'e doğru ilerliyordu. (Çağdaş hesaplamalarda Ay'ın Jüpiter'in önünden geçtiği ortaya çıkmıştır.) Ayrıca Güneş de Koç burcundaydı ki, bu da bir kralın doğumu için çok güçlü bir astrolojik durumdu. Satürn'ün de orada olması Yahudiye'de büyük bir kralın doğacak olması için inanılmaz bir alamet oluşturmaktaydı.

Romalı Hıristiyan astrolog Firmicus Maternus (Yaklaşık 334 yılı) Koç burcundaki bu koşulların "kutsal ve ölümsüz" bir kişinin doğumunu belirlediğini söylemiştir ki, bu da müneccimlerin Yahudiye'ye gitmelerine yol açmıştır.

Jüpiter, müneccimlerin dikkatini çeken bir şey daha yaptı. Gezegen Koç burcundan çıktı ama yıldızlar arasındaki hareketini tersine çevirdi (Matta'ya göre, "...ve işte, Şark'ta gördükleri yıldız önlerinden gidiyordu.") Jüpiter, Koç burcuna döndü ve İÖ 6. yıl sonlarında birkaç gün sabit kaldı ("Ta çocuğun bulunduğu yere kadar gelerek üzerinde durdu"). Jüpiter'in Koç burcunda sabit kalması da Yahudiye'de büyük olayların olacağının alametiydi ve müneccimler Beytlehem'de yeni kralı bulacaklarına inanarak sevinmişlerdi.

Kitabı Mukaddes dışında müneccimlerin ya da bir başkasının İsa'nın doğum gününü doğrulaması konusunda bir kanıt yoktur. Ancak ilk Hıristiyanlar İsa'nın Mesih kehanetini doğrulayarak bir kral yıldızı altında doğduğuna inanıyorlardı. Her ne olursa olsun, insanlar onun doğudaki bu yıldız altında doğup doğmadığı hakkında kendi sonuçlarını çıkaracaklardır.

(Solda) İÖ 17 Nisan 6 günü gezegenler Koç burcunda Yahudiye'de Mesih'in doğumu hakkında güçlü bir alamet gösterdiler (çizgili kutu). Burçlar yıldızlarla belli belirsiz rastlaşan hayali alanlardı. (Sağda) İsa'nın doğumunu bildiren en olası yıldız Jüpiter'dir. Gezegen İÖ 6 yılında yıldızlar arasındaki hareketini birkaç gün boyunca tersine sürdürmüştür.


Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://rose-garden.niceboard.net
Beyaz Melek
Administrator
Beyaz Melek


Mesaj Sayısı : 3485
Yaş : 57
Kayıt tarihi : 23/11/07

Tarihi Gizemler Empty
MesajKonu: Geri: Tarihi Gizemler   Tarihi Gizemler Icon_minitimePaz Ağus. 11, 2013 2:41 pm

[center]Büyük Hayvanların Yokolması
29/02/2012 14:29 Zaman: Buzul Çağı'nın sonu

Mekân: Amerika, Avrasya, Avustralya

... avcılar ülkenin zenginliğinin çoğunu silip süpüren kanlı bir dalga gibi Amerikalar boyunca aktılar. PAUL MARTIN, 1999

Günümüz insanları olarak bizler, son Buzul Çağı'nın sonundaki, daha yalnızca 13.000 yıl önceki atalarımızın dünyasına kıyasla korkunç derecede yoksullaşmış bir dünyada yaşamaktayız. Afrika, Avrupa, Asya ya da Amerika'da yaşayan o avcı-toplayıcı insanlar çok büyük boyutlu vahşi hayvanları -megafauna- görebiliyorlardı. Bugün bu tür hayvanlar yalnızca Afrika'da kalmıştır: Fil, zürafa, suaygırı ve gergedan.

Buzul Çağı avcıları Avrupa'da, Kuzey Asya'da ve Kuzey Amerika'da mamutları görmüşler ve belki de onları başarıyla avlamışlardı. Avrupa hayvanları arasında dev geyikler, tüylü gergedanlar ve mağara ayıları vardı. Amerika kıtasında ise doğal ayıklamanın ancak milyonlarca yılda ürettiği ve evrim zamanı açısından bir gün denilebilecek bir süre içinde tümüyle ortadan silinen pek çok hayvan türü yaşamaktaydı.

Örneğin Kuzey Amerika'da yalnızca iki tip mamut değil, bir dizi dev tembel hayvan vardı: Boyları altı metreye ve ağırlıkları üç tona ulaşan bu hayvanlar ağır hareket ederlerdi ve otoburdular. Bunlar, hayat alanlarını kastoridlerle (ayı boyundaki dev kunduzlar), gliptodonlarla (dev zırhlı armadillolar), kameloplarla ("Dünün develeri" olarak anılan hayvanlar) ve yirmi santim dişleri olan smilodon gibi hayvanlarla paylaşırlardı. O çağlarda, Avustralya'da da gergedana benzeyen keseli hayvanlar ve dev kedilerle birlikte çok sayıda kanguru çeşidi ve vombatlar yaşardı.

Bu büyük hayvanların son Buzul Çağı'nın sonunda bütün kıtalardan ani yokolmaları, geçmişi araştıranların karşılaştıkları en büyük muammalardan biridir. Bu türden soy tükenmelerinden büyük ölçüde bir tek Afrika kıtası kurtulmuştur ve bunun neden böyle olduğu, sorunu daha da karmaşık bir hale getirmektedir.

Belli başlı iki kuram vardır: Ya hayvanlar Buzul Çağı'nın sonundaki büyük iklim değişiklikleri nedeniyle yeryüzünden silinmişlerdir ya da her kıtada bulunan bir öldürücü ve yırtıcı yaratık, yani Homo sapiens, bütün bunların sonlarını getirmiştir.

(Solda) 15.000 yıl önce Güneybatı Birleşik Devletler'deki Colorado Platosu'nda yaşayan Columbia mamutları. (Sağda) Dima adı verilen bu 40.000 yıllık yavru mamut kalıntısı 1977'de Sibirya'da bulunmuştur.

MAMUTLARIN YERYÜZÜNDEN SİLİNİŞİ

Tartışma daha çok bu soyu tükenen hayvanlardan biri olan mamutlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Aslında iki mamut soyu tükenmiştir: Kuzey Avrasya ile Kuzey Amerika'da yaşayan tüylü mamut (Mammuthus prmigenius) ve yalnızca Kuzey Amerika'dan Meksika'ya kadar olan bölgede yaşayan Columbia mamutu (Mammuthus Columbi).

Diğer megafauna türleri gibi mamutlar da 13.000 ile 11.500 yıl önce tükenmişler, yalnızca tüylü mamutlar Kuzey Buz Denizi Okyanusu'nda Wrangel Adası'nda 6000 yıl daha yaşamıştır. Buradaki mamutların neden hayatta kaldıkları, mamutların tükenmesinin esrarını daha da arttırmaktadır. Bu hayvanlar, iri bir mamutun 3 ile 3,6 metre yüksekliğine karşılık yalnızca 1,8 metre boylarıyla varlıklarını cüce olarak sürdürmüşlerdir.

(Solda) Güney-Orta Fransa'da Pech-Merle mağarasındaki hayvan resimleri arasında en çok, Paleolitik Dönem'in tüylü mamutlarına rastlanır. (Sağda) 1932'de Colorado'da Dent'te yapılan kazıda, Kuzey Amerika'da mamut kalıntılarıyla sivri mızrak uçları ilişkilendirilmiştir.

İKLİM VARSAYIMI

Wrangel Adası'ndaki mamutlar, adanın bitki örtüsü, -çok çeşitli otlar ve bitkiler- Buzul Çağı'nda olduğu gibi kaldığından yaşamlarını sürdürmüş olabilirler. "Mamut bozkırı" olarak bilinen bu bitki örtüsü, bir zamanlar Kuzey Avrasya'yı ve Kuzey Amerika'yı kaplamışsa da, 20.000 yıl önce iklimin giderek ısınması ve daha nemli olması nedeniyle yerini yeni bir bitki örtüsüne bırakmıştır.

Kuzey bölgelerinin çoğunda, bozkırın yerine çok ağır yetişen ve besin değeri çok az olan tundra geçmiştir. Bu da yalnızca, yosun yiyen ren geyikleri gibi çok özel besinleri olan hayvanlar için uygundu. Daha güneyde mamutların besin kaynağı olan zengin ot, çalılık ve bitki karışımı yerini sık ormanlara, çayırlıklara ve yarı-çöllere bırakmıştı.

Artan sıcaklık ve nem nedeniyle bitki örtüsündeki bu değişiklikler, mamutların hayat ortamlarında kayıplara neden olmuş, sonuçta besin kaynaklarının azalması nedeniyle sayıları azalmış ve daha sonra da tümüyle tükenmişlerdir.

Bu iklim/bitki örtüsü değişimi varsayımı, mamutların tükenmesi konusunda pek inandırıcı gibi gelse de bazı güçlüklerle karşılaşmıştır. Bunlardan en önemlisi mamutların daha önce de, 20.000 ile 11.600 yıl önce oluşmuş olan benzer iklim değişikliklerinden çoğuna dayanmış olmalarıdır.

Son Buzul Çağı, son bir milyon yıl içinde meydana gelenlerden yalnızca biriydi. Bu çağlar arasında günümüz iklimine çok benzeyen sıcak ve nemli iklimler olmuştu. Ancak mamutlar bunların hepsine dayanmışlar, büyük bir olasılıkla mamut bozkırına benzer yerlere sığınmışlar, sonra iklim ve bitki örtüsü kendi koşullarına uyum sağladığında tekrar ortaya çıkmışlardır. Son Buzul Çağı'nın sonunda da aynı şeyi yapmamış olmaları için bir neden yoktur.

İklimsel soy tükenmesi kuramının bir sorunu da, mamutların, soyu tükenen tek tür olmamasıdır. Başka farklı ortamlarda yaşayan ve beslendikleri yiyeceklerde bir artış bile görülen pek çok tür de onlarla birlikte tükenmiştir.

Mamutlar, zooloji sınıflamasına göre, Elephantidae familyasından, soyu tükenmiş olan Mammuthus cinsini oluşturan, file benzer iri memeli hayvanlara verilen ortak addır. Fosillerine, Avustralya ve Güney Amerika dışındaki bütün kıtaların, Pleyistosen Bölüm (yaklaşık 2,5 milyon-10 bin yıl önce) çökellerinde rahatlıkla rastlanır.

Hayatta kalan büyük hayvan türlerinin yüzdesi.

Bugün Amerikan Doğa Tarihi müzesinde bulunan iyi korunmuş Jefferson mamutu iskeleti.

İNSANLARIN AŞIRI AVLANMASI

Bu sorunlar bazı bilimadamlarının mamutların ve diğer büyük hayvanların, insanlar tarafından avlanarak soylarının tükendiği fikrini benimsemelerine yol açmıştır. Bu kuramı 30 yıl önce Arizona Üniversitesi'nden Paul Martin ileri atmıştır ve bazı bilimadamları için hâlâ inandırıcı olmaya devam etmektedir.

Martin, daha çok Kuzey Amerika'yla ilgileniyordu ve insanların bu kıtaya gelmeleri ile büyük hayvanların tükenmeleri arasındaki rastlantıyı vurguluyordu. Ona göre yeni gelenler, şimdi Bering Boğazı çevresinde sular altında kalmış olan kara parçası Beringia'dan Alaska'ya girdikten sonra, giderek kıtanın güneyine yayılırken, yoğun avlanmalarla büyük hayvanların da soylarım tüketmişlerdir.

Bu insanlar, ilk tanımlandıkları yerin adıyla Clovis kültürü olarak anılırlar ve öldürücü av teknolojisinin bir parçası olan sivri taş mızrak uçlarına sahiptiler. Bu kültür, Kuzey Amerika kıtasının tümünde bulunur ve 13.500 ile 13.350 yıl önce gelişmiştir. "Dünün devesi", yer ayıları ve mamutlar, daha önce böyle bir yırtıcı yaratıkla karşılaşmamışlardı: Bunlar hem öldürücü silahlara sahiptiler hem başa çıkamayacakları kadar büyük gruplar halinde avlanıyorlar hem de tuzak ve pusu kuruyorlardı.

Afrika'da büyük memeliler yırtıcı hayvanlar olarak insanlarla birlikte evrim geçirmişlerdi ve insanların avlanmalarına korunma olarak belirli toplumsal modeller geliştirmiş olabilirlerdi ama Kuzey Amerika'da böyle bir şey söz konusu değildi. Bu durum Afrika'da pek az hayvanın soyunun tükenmiş olmasını açıklayabilirdi.

Mamutların Clovis insanları tarafından avlandığını gösteren arkeolojik kanıtlar da vardır. Pek çok arkeolojik kazı yerinde mamut kemikleri yanında mızrak uçlarına da rastlanılmıştır. Mamutlarla avcı insanlar arasındaki ilişki ilk olarak 1932'de Colorado'daki Dent kazılarında keşfedilmişti.

Örneğin, Arizona'da, San Pedro Vadisi'nde Lehner Ranch'de 13 mamutun kalıntıları yanında ateş izlerine ve mızrak uçlarına rastlanılmıştı. Bunun bir aile sürüsü olduğu ve bir su başında tümüyle öldürüldüğü anlaşılmaktadır.

Ancak aşırı öldürme kuramı da bazı ciddi sorunlarla karşılaşmaktadır. Mamutların öldürülme alanlarını bulmamıza rağmen, diğer büyük hayvanların, birkaç istisna dışında avlandıklarını gösteren izlere rastlanılmamıştır.

Örneğin mağaralarda bulunan dışkılarından bir zamanlar sayılarının çok olduğu anlaşılan ve yavaş hareket etmeleriyle kolay av olabilecek olan yer ayıları. Clovis insanları hakkındaki bilgimiz arttıkça, bunların daha küçük hayvanları avladıklarını ve bitki topladıklarını anlamaktayız.

Clovis insanlarının Kuzey ve Güney Amerika'da yaşayan ilk insanlar olmadıkları da artık ortaya çıkmaktadır. Güney Şili'de Monte Verde'de bulunan, 14.000 yıl öncesinden kalan bir yerleşim yeri hayvanların türlerinin yokolmasından birkaç bin yıl önce Kuzey ve Güney Amerika'da insanlar olduğunu gösterir. Yeni avcı olarak insanın gelişi hakkında benzer bir iddianın ileri sürülebileceği Avustralya'da da, soyu tükenmiş hayvan kemikleri ile insan faaliyetleri arasında bir ilişki bulunamamıştır.

iklim değişikliği mi, insanların avlaması mı? Büyük av hayvanlarının yok olmalarının nedeninin bunlardan hangisi olduğu konusunda bilimadamları bölünmüş durumdadırlar. Bazıları çok farklı bir açıklama ortaya atmışlardır: Dünyaya insanlar tarafından yayılan ama yalnızca büyük hayvanları etkileyen öldürücü bir hastalık.

Ancak bir tek açıklama olmayabilir: Bazı türler yoğun avlanarak, diğerleri ise yaşama ortamlarını kaybedip yeni iklimle başa çıkamayarak tükenmiş olabilirler. Herhangi bir bölgede türlerin tümünün dinamik ekolojik topluluklar olduklarını unutmamalıyız. Bir tür ortadan kalkınca, avlananlarla avlar arasındaki denge değişecekti ve bu da nüfus patlamalarına ve çatışmalara yol açacaktı.

Gerçekten de mamutlar kilit türler olarak tanımlanmışlardır. Ancak ne iklim değişikliği ne de aşırı avlanma kendi başlarına yeterli neden olmayacağından hayvan toplulukları üzerinde böylesine büyük etkiyi bunların toplamının yapmış olması gerekir.

Buzul çağı sona erdiğinde mamutlar Amerika'nın güneybatısında, özellikle Clovis dönemindeki kuraklık sırasında ve ondan hemen sonraki, küresel ısınmadan önceki Genç Dryas (12600-11500 yıl önce) dönemindeki çok soğuk ve çok kuru dönemde ağır bir etki altında kalmış olmalılardır.

Bu dönemlerde nisbeten zayıf hayvanlar (günümüz Afrika fillerinin kuraklık zamanlarında yaptıkları gibi) su kaynakları başında toplanmışlar ve Clovis avcıları için kolay yem olmuşlardır. Birkaç hayvanın öldürülmesi bile, daha uygun iklim koşulları döndüğünde eski sayılarına kavuşacak olan türlerle soyları tükenmeye mahkûm olanlar arasındaki ayrımı belirleyecekti.

Büyük av hayvanlarının neden yok olduğunu açıklamaya kalkan kuramlar, bunun Afrika dışında diğer bütün kıtalarda yer almış olmasını açıklamalıdır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://rose-garden.niceboard.net
Beyaz Melek
Administrator
Beyaz Melek


Mesaj Sayısı : 3485
Yaş : 57
Kayıt tarihi : 23/11/07

Tarihi Gizemler Empty
MesajKonu: Geri: Tarihi Gizemler   Tarihi Gizemler Icon_minitimePaz Ağus. 11, 2013 2:44 pm

Büyük İskender'in Lahdi
29/02/2012 14:29 Zaman: İÖ 4. yüzyıl

Mekân: İskenderiye, Mısır

Jul Sezar... Ölümün gençliğinde vurduğu ve böylece mağlup bu dünyanın intikamını aldığı o deli ama şanlı serüvenci, Büyük İskender'in cesedini taşıyan kayadan yontma lahde acele bir ziyarette bulundu. LUCANUS, İS 1. YÜZYIL

İskender, İÖ 323 yılında Babil'de öldüğünde hiç kuşkusuz cesedinin Aegai'de (günümüz Kuzey Yunanistan'ında Vergina) Makedonya krallarının geleneksel kraliyet mezarlığında gömüleceği umuluyordu. Babil'de cesedi yakılmak yerine tahnit edildi.

Selefini gömmek yeni kralın yasal hakkı olduğu için imparatorluğunda hak iddia edenler, onun yerine geçme mücadelesine girince, bir iktidar mücadelesinin odak noktası oldu. İskender'in Batı Mısır çöllerinde Zeus Ammon'un kehanet ocağı olan Siwa'da gömülmek istediği söylenir, İskender'e orada kendisinin "Ra'nın oğlu" olduğu, yani Zeus Ammon'un oğlu olduğu söylenerek iltifat edilmişti.

Bu tanrının özelliği olan koç boynuzları bundan sonra kimi zaman İskender'in çeşitli tasvirlerine eklenmiştir. Siwa'da gömülmek onun gerçek isteği miydi, yoksa ölümünden sonraki propaganda savaşı için o günlerde uydurulmuş bir hikâye miydi, bunu asla kesinlikle bilemeyeceğiz.

(Solda) Yapımının iki yılda tamamlandığı söylenen İskender'in gayet süslü cenaze arabasının Diodorus tarafından anlatıldığı biçimde canlandırılmış çizimi. (Sağda) Karakteristik saç stili ve dalgın bakışlarıyla Büyük İskender'in mermer başı. İstanbul Arkeoloji Müzesi.

MISIR'A YOLCULUK

Sonunda İskender'in cesedini kazanmayı başaran Mısır hükümdarı Ptolemaios Soter (İÖ 304-284) oldu: Soter Şam'a gitti ve burada cesedi Babil'den göndermekten sorumlu satrap Arrhidaeus'la görüştü. Herhalde burada büyük paraların el değiştirmesinden sonra, cenaze alayının rotası tamamen değiştirildi ve ceset Makedonya'ya değil de Mısır'a doğru yoluna devam etti.

İskender'in son istirahatgâhının ayrıntılarını değil de, yapımı iki yıl süren gayet süslü cenaze arabası hakkında daha çok şey biliyor olmamız da tarihi açıdan garip bir tecellidir. Sicilyalı tarihçi Diodoros, yazdığı tarihinde, ÎÖ l. yüzyılda görgü tanıklarının ifadelerine dayanarak, arabanın gayet ayrıntılı bir tarifini bırakmıştır.

Bundan sonra olanlar tam olarak bilinmemektedir. Bir tarihi geleneğe göre İskender'in cesedi İskenderiye'ye gönderilmeden önce Memphis'e götürülmüştür. Kısa bir süre için de olsa Memphis'de toprağa verilmiş olması akla yatkın görünmektedir. Ancak İskender'in cesedi konusundaki başlıca kaynaklarımız olan Diodoros ve Strabon, Memphis'ten söz etmedikleri için kaynaklardan biri olan Curtius Rufus'un, bunun "birkaç yıllığına" olduğu iddiası sorgulanabilir.

İskender'in cesedi Ptolemaios Soter'in hükümdarlığının sonu gelmeden çok önce İskenderiye'ye taşınmış ve burada altın bir tabut içinde sergilenmiştir. Ancak bu İskender'in son istirahatgâhı olmayacaktı. Ptolemaios Soter'in haleflerinden Ptolemaios Philopator'un (ÎÖ 221-205) Ptolemaios hanedanı için yaptırdığı Sema ya da Soma (kaynaklar iki adı da vermektedirler) mozolesinde Ptolemaios'un Mısır hükümdarları olan seleflerinin yanı sıra İskender'in cesedi de bulunuyordu.

Bu anıt İskender'in İskenderiye'deki özgün istinatgahının çevresinde inşa edilmiş olabilirse de, oraya yakın yeni bir yerde de kurulmuş olabilir. Bu durumda İskender'in ilk gömüldüğü yer çok geçmeden unutulmuş olacaktır. Ancak İskender'e o zaman bile rahat verilmemişti: X. Ptolemaios (İÖ 107-88) altın tabutu çalıp yerine ak mermerden bir tabut bıraktı.

Mezarın son kayıtlı ziyaretçisi 215 yılında Roma imparatoru Caracalla idi. Anıt 273 yılında İskenderiye'de başgösteren ayaklanmalar sırasında muhtemelen imha edilmiştir. Bu olaydan yüz yıl sonra İskenderiye'yi ziyaret eden piskopos John Chrysostom mezarın yerinin bile unutulmuş olduğunu yazmıştır.

Ptolemaios'lar döneminde İskenderiye'nin planı. İskender'in mezarının Sema'daki yeri.

KAYIP MEZAR: KLASİK KAYNAKLAR

Bugün, İskender'in mezarına ait hiçbir ize rastlanılmamaktadır ve mezardan kalan da herhalde çağdaş İskenderiye'nin altında kalmıştır. Ama mezarın nerede olduğunu yaklaşık olarak biliyoruz: Strabon, bunun doğu limanın yanında krallık ikametgâhları, tapınaklar ve büyük parklarıyla "Saraylar" olarak bilinen bölgede olduğunu belirtmektedir.

İskender'in mezarının da kentin bu kuzeydoğu semtinde denize yakın ya da deniz kenarında olması mümkündür. Ancak elimizdeki yazılı kaynaklarda görünümü ya da boyutları hakkında açık bir ipucu yoktur ve mezarı, kentin, kilden yapılmış süslü lambaların üzerindeki küçük temsili resimlerinde tespit etmek pek inandırıcı değildir.

Latin şairi Lucanus'un birinci yüzyıldan kalma bir şiirinde, cesedin bir yeraltı odasında bulunduğu belirtilmektedir. Lucanus mezarın biçim olarak piramite benzer olduğunu ima ediyorsa da, bundan inandırıcı hır görünümünü çıkarmak mümkün olamamıştır.

İskender'in mezarının o zamanki mozolelerde kural olduğu gibi (bunların en ünlüsü Türkiye'de Halikarnassos'ta [Bodrum'da] bize "mozole" sözcüğünü veren Kral Mausolus'un mezarıdır) kare ya da dikdörtgen olup olmadığını ya da dairevi biçimiyle geleneklerden ayrılıp ayrılmadığını bilemiyoruz.

Lucanus'un arkeolojik dilde dairevi bir mezar (genelde üzerinde toprak bir höyük vardır) anlatmak için kullanılan tümülüs sözcüğünü kullanmış olması, İskender'in mezarının mutlaka daire biçimli olduğunu kanıtlanamaz: Şiirlerde bu sözcük, tanımlamalardaki doğruluk yerine kafiye ya da vezin ihtiyacı için de seçilmiş olabilir.

Gerçek şu ki, İskender'in mezarının biçimi ve süslemeleri hakkında bugün hiçbir gerçekçi fikre sahip değiliz ve bu anıtı görmüş ya da ondan etkilenmiş olanların eski çağlarda mutlaka var olmuş olması gereken yazılı metinleri de, ne yazık ki günümüze kadar ulaşmamıştır.

(Solda) İÖ 4. yüzyıl sonları ya da 3. yüzyıl başlarında Lysimachus tarafından çıkarılan sikkede İskender'in Zeus Ammon olarak portresi (koç boynuzlarıyla). (Sağda) Cezayir'de Batna yakınlarında İÖ 200-150 yıllarından kalma Le Medracen mozolesi. Çatı basamaklı piramit şeklindedir ve dikey yüzey Dor stili yarım sütunlarla süslenmiştir.

NUMİDİA'DAKİ BENZERLERİ

Somut kanıt olmaması karşısında varsayımlara gitmek zorundayız. Kuzey Afrika'da Mısır dışında günümüze kalan en önemli Roma öncesi anıtlar hiç kuşkusuz Numidialı kral ve prenslerin Cezayir'de Siga, Tipasa, Constantine ve Batna ile Tunus'ta Dougga'daki örneklerdir. Bunların hepsi Yunan Helenistik dünyasıyla yakın ilişkileri gösterirler ve hemen hemen hepsinde görülen dört eşit olmayan parçaya bölünmüş yüksek sahte kapı, Makedonya mezar mimarisinde çok yaygındır.

Bu Numidia mezarlarının en büyüğü ve en etkileyicisi Batna yakınlarındaki Le Medracen dairevi mozolesi (çapı 59 metre) ve Tipasa yakınlarındaki "Hıristiyan Kadının Mezarı" olarak bilinen (sahte kapı üzerindeki bölme çizgileri nedeniyle yanlışlıkla böyle adlandırılmıştır) ve çapı 63 metre olandır. Birincisi daha eski olup İÖ 200 ila 150 yılları arasında yapıldığı tahmin edilmektedir.

Tipasa mezarı ondan yüz yıl sonra yapılmıştır. Le Medracen vahşi ve ıssız bir doğanın ortasında tek basınadır ve onun ait olması gereken yerleşim yeri günümüze kadar tespit edilebilmiş değildir. Şu anda bu dairevi Numidia mezarlarının Akdeniz dünyasında öncüleri yoktur. Her ikisi de İskender'in mezarının bilinen iki unsurunu taşımaktadır: Anıtın dışında başlayan bir geçitle erişilen bir yeraltı mezar odası ve piramit biçiminde bir çatı.

Bunlardan her ikisinde de İskender'in İskenderiye'deki mezarının model olarak alınmış olması mümkün müdür? Yunan dünyasının Mısır'a en yakın yeri olan Cyrenaica'da (Doğu Libya'da) geç Helenistik dönemde daire şeklinde mozolelerin ortaya çıkması bir rastlantı mıdır?

Augustus'un Roma İmparatorluğu üzerinde hâkimiyetini pekiştirmeye çalıştığı dönemde hanedan emellerim ifade için kendisine İÖ 28 yılında Roma'da Campus Martius'ta daire biçiminde bir mozole inşa ettirmiş olması da bir rastlantı mıdır? Bu mozole ondan sonra Roma dönemi boyunca aristokrat seçkinlerin gösterişli mezarlarına model olmuştu.

Daire biçimi Roma'daki Hadrianus mozolesinde (Castel Sant'Angelo) ve Ravenna'da Theoderic'in mezarında görülür. Çok daha sonraları, 18. yüzyılda, bu model Yorkshire'da Howard'da ve Lincolnshire'da Brocklesby'deki mükemmel örnekler gibi Avrupa'nın başka yerlerinde görkemli aile mozoleleri örnekleri olarak yeniden keşfedilmiştir.

Şu halde İskender'in İskenderiye'deki mezarının daire biçimli olduğu ve önce Numidialı kralların ve sonra da Augustus'un, ünlü seleflerinin mozolesini örnek aldıkları varsayımı ileri sürülebilir. İskender' in mezarının ya serbest ya da birbirine bağlı sütunlarla çevrili olduğunu (Le Medracen ve Tipasa'da olduğu gibi) ve heykel bakımından da zengin olduğunu tahmin edebiliriz. Ama bütün bunlar somut kanıtlardan yoksundur.

Son zamanlarda Achille Adriani tarafından İskenderiye'deki doğu mezarlığında ak mermerden yapılma basit bir mezarın İskender'in mezarı olarak gösterilmesi girişimi inandırıcı değildir. Ancak arkeologlar gerçek mezarın kalıntılarını çağdaş İskenderiye'nin altında (bir rastlantıyla) bulana kadar, bu olağanüstü insanın son istirahatgâhının neye benzediğini asla öğrenemeyeceğiz.

(Solda) Cezayir'de Tipasa'da İÖ 200-150 yıllarından kalma "Hıristiyan Kadının Mezarı"nın sahte kapısından ayrıntı. (Sağda) Libya'da Ptolemaios'te İÖ 200-150 yıllarında daire biçiminde bir Yunan mozolesinin çizimi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://rose-garden.niceboard.net
Beyaz Melek
Administrator
Beyaz Melek


Mesaj Sayısı : 3485
Yaş : 57
Kayıt tarihi : 23/11/07

Tarihi Gizemler Empty
MesajKonu: Geri: Tarihi Gizemler   Tarihi Gizemler Icon_minitimePaz Ağus. 11, 2013 2:46 pm

kaynak:http://tarih.sitesi.web.tr/
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://rose-garden.niceboard.net
 
Tarihi Gizemler
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Gül Bahçesi :: Kültür & Sanat :: GENEL KÜLTÜR-
Buraya geçin: